Aralık ayında New York’a taşındıktan sonra blogumu düzenli olarak güncellemek hep aklımın bir kenarındaydı. Birçok yazıya başladım ancak taslak olarak kaydedip devamını getirmedim. Açıkçası internetteki mevcut yazıların kopyası olacak, bir yenilik getirmeyecek birşeyler de yazmak çok istemedim. Continue reading “New York Berberleri 1: Heartbreakers”
New York’ta bir haftanın ardından
New York’a taşındıktan sonra şehir ve yaşam hakkındaki gözlemlerimi blog üzerinden paylaşmayı planlıyordum. Bu ilk yazıyla birlikte bu planımı hayata geçirmiş oluyorum. 20 Aralık tarihinde Baruch College’da Marketing Extension programı için taşındığım New York’a dair bir haftalık izlenimlerimi bu yazıda toparlayacağım. Bu yazıda kısaca ilk hafta yaptığım gözlemleri aktaracağım daha sonra ise konulara ayrılmış daha detaylı yazılar yazmayı planlıyorum.
İlk olarak JFK’e öğlen 12:30 gibi indim. Havaalanında beni karşılayacak olan arkadaşımı kapı önünde beklerken ilk dikkatimi çeken konu arabaların oldukça sessiz çalışması oldu. Sonradan okuduğum ve duyduğum kadarıyla New York’taki otomobillerin birçoğunun hybrid olduğunu öğrendim. Otomobillerin sessiz çalışması bununla ilişkilendiriliyor ancak bu konu hakkında söyleyebileceğim en net şey kaldırımda yürürken veya dışarıdayken motor ve egzoz sesinin başınızı şişirmemesi. Bu sayede sokaklarda yürümek bence İstanbul’a göre çok daha keyifli. Ayrıca İstanbul’da egzoz sesinin gürültüsüyle övünen, egosunu şişiren insanların fazlalığını göz önünde bulundurunca aynı kafadaki insanların sayısı New York’ta İstanbul’a kıyasla yok denecek kadar az.
JFK gibi dünyanın en büyük havaalanlarından bir tanesinin ise oldukça stabil ve sakin çalıştığını görmek beni şaşırtan bir diğer konu oldu. Kapı önünde otomobillerin beklediği yerde kargaşa yok. İnsanlar birbirine bağırmıyor ya da dakika başı polisle kavga etmiyor. Bekleyen yolcuyu alıp yoluna devam ediyor. Yaya geçidinde karşıdan karşıya geçerken diğer otomobiller duruyor. Bu konuya ileriki paragraflarda biraz daha detaylı değineceğim ama bu tarz ufak ayrıntılar sizi bir şehirde rahat ve huzurlu hissettiren konuların bana göre başında geliyor.
İlk 2 hafta geçiçi olarak kalacağım eve bavulları bıraktıktan sonra telefonumda mobil internetin çalışmadığını fark ettim. Blackberry’de hattı yurtdışında kullanmak için ufak bir ayar yapılması gerekiyormuş ve ben bunu atladığım için ilk gün hatsız ve internetsiz kaldım. Ancak evimin adresini kağıda yazıp attım kendimi sokağa. İlk kaldığım ev East Village’da Orchard St’de bulunuyordu. Konum olarak en merkezi yerlere 30-40 dklık bir yürüyüş ile gidebileceğimi biliyordum ancak telefonumda haritaları kullanamayınca eski usül yöntemle tek tek insanlara yol sormaya karar verdim. Amacım Soho’da bulunan Apple Store’a gitmekti, sanıyorum 14:00 gibi evden çıktım ve 22:00 gibi eve tekrar dönüşüme kadar yaklaşık 25 kişiye yol sordum. Hiçkimse terslemedi, aksine eğer biliyorlarsa direkt olarak tarif ettiler ya da telefonlarını çıkartıp haritalara bakıp yolu gösterdiler. Son olarak evimin yakınlarındaki polise adresi sordum, cebinden ufak bir harita çıkardı ve feneri tutarak yolu gösterdi. İnsanlarla iletişim kurmak New York’ta kesinlikle çok kolay.
Adres sorma konusu altında bir başka hususa değinmek istiyorum. Türkiye’de içinde bulunduğumuz, yetiştiğimiz kültür ve son dönemdeki kötü atmosfer nedeniyle karşı cinse adres sormak bile bir mesele haline gelmişti. Bana göre bunun kendi içinde sosyolojik, kültürel birçok sebebi var, burada bunu tartışmayacağım ancak ufak bir örnekle New York’la kıyaslacağım. Akşam 22:00 gibi metrodan çıktım, yolu bilmediğim için bir kadına adresi sordum ve o da telefonundan bakıp gösterdi. Tenha bir sokakta yürümeye başlamışken ışıklarda durdum ve arkamdan hızlı adımlarla geldiğini fark ettim. Yanıma geldiğinde az önce yolu yanlış söylediğini aslında geriye doğru çapraz gitmem gerektiğini söyledi ve iyi akşamlar dileyerek bambaşka bir yöne doğru gitti. Bende dediği yolu takip ettim ve istediğim noktaya ulaştım. İster kabul edin, ister etmeyin bunun bir örneğini İstanbul’da belirli birkaç semt dışında yaşamanız imkansız. Ancak burada insanlarda özgüven o kadar yüksek ve kafalar o kadar rahat ki önyargısız çok kolay iletişim kurabiliyorsunuz.
İstanbul’a kıyasla New York’un çok ileride olduğu bir diğer konu ise kaldırım ve yayalar. İnsanlar size ufakça çarptıklarında ya da hızlıca yürürken bir anda karşınıza çıktıklarında ”sorry” kelimesini dillerinden düşürmüyorlar. Herkeste bir ”sorry” mevcut böyle olunca ufak aksilikleri kafanıza takmıyorsunuz. Zaten bu tarz durumların içerisinde İstanbul’a göre çok çok daha az kalıyorsunuz çünkü insanlar nasıl yürümeleri gerektiğini biliyor. Örneğin bir cafeden dışarıya çıkarken kapı önünden geçen birisi varsa kapıyı o geçtikten sonra açıyorlar ya da adımlarını pat diye insanların önüne atmıyorlar. Bekliyor, acele etmiyorlar ve saygı gösteriyorlar. İstanbul’da kaldırıma park eden arabalardan size yer kalsa bile diğer insanlar genelde üzerinize yürüyor ya da 5 kişi yan yana yürümek ve sizi kaldırımdan atmak için ellerinden gelen herşeyi yapıyorlar. Genelde siz düşünceli taraf olarak yan dönüyorsunuz, kendinizi yola atıyorsunuz veya çarpmak zorunda kalıyorsunuz. Burada böyle bir durum söz konusu değil. Rahatça yürüyün, New York’ta havalar bu kış son 60 yılın en sıcağı durumunda ve ben günde ortalama 8 mil yürüyorum. İnanılmaz bir keyif.
Kısaca değinmek istediğim bir konu ise şehrin kirliliği hakkında. New York’a taşınmadan önce şehrin çok pis olduğuna dair yorumlar ve yazılar okumuştum. Ancak geldikten sonra gördüğüm kirliliğin İstanbul’dan yarı yarıya daha az olduğunu söyleyebilirim. İnsanların kirlilikten ne anladığını merak ediyorum açıkçası. Burada herkes kendi çöpünü apartman sınırlarındaki demirlerle çevrili alanlara belirlenen kurallar içinde koymak zorunda ya da belirlenen saatlerde siyah torbalar içinde kapının önüne koymak zorunda, yoksa apartman güzel bir ceza yiyor. Şehrin neredeyse yürümediğim yeri kalmadı ne sokaklarda başı boş onlarca çöp torbası gördüm ne de yerde genel bir kirlilik. Dünyanın en kozmopolit ve en çok turist alan şehirlerinden birisi için sanıyorum fazlasıyla temiz.
Metro sistemi ise başlı başına ayrı bir yazıyı hak ediyor. 10’a yakın farklı hat sizi şehrin heryerine(toplam 469 durak var) 24 saat boyunca götürüyor, daha fazla ne denilenebilir ki. Metronun da çok kirli olduğuna dair yorumlar okumuştum ancak böyle bir metro sistemi için gördüğüm kirliliğin devede kulak olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Metroda yürürken yerlerde çöp, kırık veya bozuk alanlarla sanıyorum birkaç defa karşılaştım. Yalnızca trenlerin geçtiği rayların üzerine pet şişeler vb. çöpler atılmıştı. Bunlarda ekipler tarafından düzenli olarak temizleniyor çünkü bu tarz ray üstündeki çöpler trenlerin seferlerinin aksamasına neden oluyor. Fare ise çok tartışılan bir diğer konu, ben 7 gün boyunca toplamda 3 tane fare gördüm. Yaklaşık 130 yaşında olan bir tren sistemi için sanıyorum bunlar hiçbir şey. Metrolarının içinin temizliğinin ise İstanbul’dan geri kalan bir yanı yok. Şehrin farklı noktalarına giden trenlerin neredeyse hepsine bindim ve trenlerin içindeki temizlik olarak bir aksilik görmedim. Tren sistemi her anlamıyla gerçekten çok iyi organize edilmiş.
Şehrin güvenliği konusuna gelecek olursak. Bir hafta boyunca Bronx ve Harlem’in dışındaki her noktaya gittim diyebilirim. Bir tane laflı sataşma vb. durum yaşamadım. Yine okuduğum ve duyduğum kadarıyla 1980’lerin New York’undan eser kalmamış. Şehir o döneme göre çok çok daha güvenli. Ancak bu konuda İstanbul’a benziyor, nerede ne zaman olacağınızı az çok bilmeniz lazım. Birde klasik bir taktik olarak tekinsiz kişilerle karşılaştığınızda gözlerinin içine bakmayın ve eğer size laf atarlarsa cevap vermeden geçip gidin yüzde 95 bir sorun yaşamadan sıkıntısız atlatırsınız.
Bir diğer çok tartışılan konu da homeless yani evsiz meselesi. Gelmeden önce kendimi en çok hazırladığım konuların başında evsizler geliyordu. Ancak şu an için sokakta beklediğimden çok daha az evsizle karşılaştım. Bunun sebebi sanırım kış olması ve kış aylarında evsizlerin belediyelerin organize ettiği otobüsler ile batıya gönderilmesi olduğunu okumuştum. Ancak gördüğüm evsizler oldukça kibardı, birçoğu sizden bozuk para rica ediyor ya da bozuk para ile sizden sigara satın almak istiyorlar.
Eğer Times gibi turistlerin akın ettiği noktalarda değilseniz herhangi bir yaya trafiği içinde bulunmanız çok çok zor. Times ve civarında karşılaştığınız yaya trafiği ise İstanbul’da Beşiktaş ve Taksim’deki yaya trafiğini gördükten sonra sizin için mesele değil. Açıkçası ben Times’a gittikten ve o yaya trafiğini gördükten sonra insanların abarttığı kalabalık bu mu diye kendime sordum. Sanıyorum biz Eminönü gibi yerlerde yürüyebildiğimiz için buranın yaya trafiği bizi pek fazla etkilemiyor :). Otomobil trafiği için de aynı şey geçerli, İstanbul trafiğini yaşamış biri olarak buradaki trafik sizi etkilemiyor. Arabaların kornaya basma oranı İstanbul’un 10’da biri civarında olduğunu söyleyebilirim. Eğer zaten Manhattın’ın göbeğinde değilseniz otomobil trafiği görmeniz de belirli saatler dışında zor.
Bir hafta içinde New York’a dair izlenimlerim çok olumlu oldu tabi bu şehri anlamak, yaşamak ve üzerinde analizler yapmak için bu sürenin çok kısa olduğunun da farkındayım. Son olarak eklemek istediğim şey, buranın atmosferini ve insanları gördükten sonra buradan neden bu kadar renkli ve küresel işler çıktığını çok daha iyi anlıyorsunuz. Bu da ayrı bir yazının konusu olsun.
2015 ve aklımdan geçenler
2014 yılı bir şekilde geçti gitti. Özellikle 2013 Kasım – 2014 Mart arası pek alışkın olmadığım şekilde az tempolu geçti. 2014 Mart itibariyle ise aslında son 4 yıldır alışık olduğum şekilde yine 4-5 farklı meseleyle uğraşmak ve boğuşmak durumunda kaldığım bir dönem oldu(ve devam ediyor). İnsan aklındakileri kayda geçirmeyince bazen uçup gidiveriyor. Böyle olmaması için ve 2015 yılı bittiğinde geriye dönüp baktığımda kurduğum hedefleri ne denli başarıp, başaramadığıma bakmak için yazmaya karar verdim. (Bu tarz yazdığınız yazıları yıllar sonra tekrar okuduğunuzda düşüncelerinizdeki ve ruhunuzdaki değişimi görmek ilginç ve güzel bir deneyim oluyor.)
Geriye çekilip hayatıma dışarıdan baktığımda gördüğüm; Eylül 2015’e kadar yine çok yoğun bir tempoda ilerleyeceği. Bunun içerisinde çalışan bir insan olarak iş yoğunluğu, IELTS, ALES sınavlarına hazırlık ve yüksek lisans mülakatları var ki bunlar gün içerisinde sahip olduğum vakti vakumla çekmekte oldukça başarılılar. 2015’in ilk yarısı yine kendime istediğimden daha az vakit ayırmakla geçecek. Kendime vakit ayırmıyor muyum? Kesinlikle ayırıyorum ancak ruhumu dinlendirmeye, okumaya ve dışarıda hayatı gözlemlemeye daha fazla zaman ayırmak istiyorum. Bunun için bazı alanları boşaltmam gerekli, biraz daha zamanı var. 2015 Eylül’den sonra bu isteğime kavuşuyorum gibi duruyor ancak John Lennon’un şu meşhur sözünüde hatırlamadan edemiyorum: Hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir. Continue reading “2015 ve aklımdan geçenler”
Alternatifsiz bir toplum
Uzun zamandır bloga yazı yazmadığımı fark ettim. En son yazıyı 25 Mart 2013 tarihinde yazmışım. O da oldukça spesifik bir konu hakkında. Aradan geçen sürede hayatımda oldukça önemli değişiklikler oldu. Onlar bir başka yazının konusu çünkü bu yazının ardından ”2014 beklentilerim” ve ”Türkiye’nin temel sorunları” başlıklı iki yazı daha yazacağım. Bu yazıda ise ‘siyah’ ve ‘beyaz’ olarak iki çizgiden ibaret olan ülke ve toplumumuzdaki alternatifsizlik sorunu, alternatiflerin hiçbir zaman destek bulup ismi duyulur hale gelememesi ve bunun nedenleri konusuna müzik özelinden bakarak kişisel düşünceleri yazacağım.
Y kuşağı olarak nitelendirilen yeni genç nesile mensubum. İlkokuldan itibaren arkadaş çevreminde etkisiyle özellikle müzik konusunda Türkiye’deki genel kitlenin aksine farklı tarzlarda ve toplumumuzca çok fazla benimsenmeyen müzisyenleri dinleyerek büyüdüm. Buna en güzel örnek olarak bundan 12 yıl önce (o zaman 10 yaşındaydım) Eminem‘in ”The Eminem Show” albümünü orjinal kaset olarak satın almamı gösterebilirim. O zaman ”rap, hip-hop” tarzındaki müzik türleri ülkemizde yeni yeni ”Ceza, Sagopa Kajmer, Fuchs, Fuat Ergin” ile çok küçük bir kitle tarafından tanınıyordu bugün geldiğimiz noktada eskiye nazaran çok fazla bir şeyin değişmiş olduğunu söyleyemem.
Mobil uygulamalarda kullanıcı analizi için yararlı araçlar
Mobil uygulama dünyası hem iOS hem de Android platformunda koca bir okyanus, birde bunun hızla gelişen Windows Phone boyutu var.
Uygulamar yüzbinlerce, milyonlarca kullanıcıya ulaşıyor ancak en önemli nokta bu kullanıcıları analiz edebilmek ve onların davranışlarını anlayarak onlara özel hizmetler geliştirerek uygulamayı daha hale getirmek yani kısacası ”Big Data’‘ denen mesele.
–Flurry : Uygulamanızın içine eventler tanımlayarak kullanıcınızın uygulamanızda en çok hangi alanlarda dolaştığını, session süresi, aylık/günlük/haftalık aktif kullanıcınız ve yeni kazandığınız kullanıcıları çok güzel bir panelle size sunuyor. Şiddetle tavsiye ediyorum.
–Crittercism : Uygulamanızı ne kadar iyi testten geçirirseniz geçirin, mutlaka biryerde Crash olacak veya bir Bug’ı çıkaca. Crittercism tam bu noktada devereye giriyor ve uygulamanızı kullanan kişilerin karşılaştığı hataları detaylı bir rapor şeklinde size gönderiyor.
–Chartboost : Uygulamanızın içine belirlediğiniz ekranlara reklam alabilir, uygulamalarınız arasında cross-promo yapabilir vede en güzeli Chartboost kullanan diğer uygulamalara ücretli olarak belirlediğiniz kriterlerde reklam verebilirsiniz.
–Mobile App Tracking : Reklam vererek uygulamanıza çektiğiniz kullanıcılar en çok hangi mecralardan geldi?, geldikten sonra tanımladığınız Eventleri gerçekleştirdi mi? Hangi in-app purchaseları hangi sıklıkla aldı? Yani kısacası kullanıcınız harika bir şekilde Life Time Value sunu çıkarmanıza yardımcı oluyor. Kesinlikle inceleyin.
Bir sonraki yazımda Mobil uygulamalarınızı nasıl daha iyi ve bütçenizi verimli kullanarak pazarlayacağınızdan bahsedeceğim,
herkese keyifli çalışmalar.